İslam’ın ve O’nun hükmü altında hayat bulacak olan bir devletin, en karakteristik özelliği, şüphesiz ki tüm kurum ve kuruluşlarının Allah’a c.c., O’nun otoritesine ve değişmez kanunlarına itaat üzere kurulu olmasıdır. Şayet kurumlar ve yapılar bu hal üzere olmak yerine, herhangi insan yapımı kaideler üzerine bina edilirse, bu modern ismiyle sekülerizm olan, İslam’da ise “şirk” olarak tarif edilen büyük bir masiyet olarak tanımlanır.
Müslümanlar Allah’ı egemen olarak tanıdıkları andan itibaren, O’nun kanunlarını da hem Devlet yönetiminde hem de kamusal yaşamda tam bir teslimiyet ile kabullendiler. Halife’nin, bu devletin ve İslam cemaatinin lideri olduğunu kabul ettiler. O’nun Allah’ın c.c. kanunlarını uygulamaya koymaktaki otoritesini ve özgürlüğünü kabullendiler.
Avrupa-Hristiyan medeniyeti de aynı dinamiklerle ilahi egemenliğin tanınması üzerine kurulmuştur. Ancak burada Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak tanınan “kilise” kurumuydu. Devlet ve siyasiler hizmetlerini kiliseye sunmakla görevliydiler.
Ancak Avrupa, din ile devlet arasında, sonucu kilisenin mutlak yenilgisi ile sonuçlanan büyük bir çatışma yaşadı. Bu öyle bir çatışma oldu ki, Avrupa kendi medeniyetinin temellerini sarsacak bir devrimci dönüşümle Devlet ve siyaseti sekülerleştirdi. Avrupa’da dinin geleceğini tayin eden ve esasen tanrısız bir medeniyeti meydana getiren bu çatışmanın son sahnesi ise Amerikan, Fransız ve Bolşevik devrimleridir. Bu devrimler neticesinde din, bireysel ya da toplumsal olsun, tamamen kişinin kendisi ile sınırlandırıldı, Kilise ve Papa ise devletlerin işleyişlerindeki en mühim aktör olma rolünden dışlandılar. Avrupa’da artık Tanrı, egemen olarak tanınmıyordu. O’nun yerini, devrimlerin neticesi olarak getirilen pozitif bilim ve insan aklı almıştı. Egemen artık halktı. Avrupa için bu hamlenin adı “laiklik” olarak tasdik edilirken İslam için bu, tüm günahların en büyüğü olan şirkti.
Aslında Avrupa’nın Davud ve Süleyman Peygamberler (a.s.) tarafından temelleri atılarak ikame edilmiş din merkezli devlet yapısını öylece kaldırıp atmaları ve halkın buna karşı gösterdiği teveccüh pek de anlaşılır bir durum değildir. Tam da burada, “Tanrısız” Avrupa medeniyeti, seküler hali ile de olsa tüm Dünyayı dönüştürmek ve onu yeni “Avrupa laik devleti ve dinsiz toplumu” modeliyle yeniden biçimlendirmek için farklı bir neo-haçlı seferi başlattı. Bu uğurda Dünyamızın geri kalanı sömürgeleştirildi ve toplumların temel özgürlükleri ellerinden alındı. Ve böylece Avrupa’nın dışında kalan Dünya da sonunda sekülerleşti ve gittikçe artan bir hızla “dinsiz topluluklar” olma yoluna girdiler. Avrupa’nın bu seküler oklarının özel hedefi ise tabii ki İslam Coğrafyası oldu…
İslam dünyasını “dinsiz bir toplum” seviyesine indirme süreci, kamusal hayatın sekülerleştirilmesiyle başlamıştır. Bunun için Osmanlı İmparatorluğunun toplumsal sinir uçları, son derece maharetli bir şekilde uzun vadeli planlarla yıpratılmıştır. Zira bu projenin devamı için, İmparatorluğun, kamusal düzeni ile birlikte yok edilmesi gerektiği aşikardı. Lakin Halifelik kurumu var olduğu ve Müslümanları bir arada tutan bir birlik kurumu olarak kaldığı sürece bunun olması imkansızdı. Bu yüzden de önce Halifelik kurumunun ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük kayıplarla ayrılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkımı süreci, Seküler bir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu yeni Cumhuriyeti kuranlar, bir takım Avrupai siyasi hareketlerle el ele çalışan laik ve batılılaşmış Türk milliyetçilerinden müteşekkildi. Bu yeni milliyetçiler, halifeliği önce saltanattan ayırarak Papalık misyonuna benzer dini bir büro haline getirdiler, daha sonra ise tamamen kaldırdılar. İslam dünyasındaki bu sekülerleşme ve politik başıboşluk (halifesizlik) süreci Abdulaziz bin Suud’un yönetimine giren Hicaz’ın da hilafetsizlik kervanına katılması ile mühürlendi. Buna göre Hilafetsiz bir İslam toplumu talebiyle halifeliği kaldıran reformist milliyetçi Türk Subaylarına, temelde aynı fikri telakki eden Abdulaziz bin Suud da katılmış oluyordu. Zira düşünce yapıları ne kadar farklı bir temel üzere kurulu olsa da, batı dünyasının ışıltılı görünümü ve batılı uç beylerinin (saha ajanlarının) pırıltılı vaadleri, bu iki farklı kafayı aynı hedef üzere birleştirmeyi başarmıştır… Hilafetin yıkılması… Böylece hem yeni Türkiye’nin hem de Suudi Arabistan devletinin kuruluşu, Peygamberimizin (sav) kurduğu Dar’ul İslam’ın (Osmanlı’nın) yıkılmasıyla aynı zamana denk gelmiştir.
Suudi Arabistan’ın doğumu ve hilafetin ortadan kaldırılması, medeniyetimizin Medine’ye hicretten önceki aşamasına dönmesi ile neticelenen ve dünyamızın çehresini değiştiren 2 mühim olaydır. Günümüzde artık Dar’ul İslam beldesi diye bir belde kalmamıştır. Peygamberimizin (sav) Hicret öncesi ve Hicret sonrası islam kamu düzeni arasında yaşadığı farkın, bu defa ters bir okuma ile hilafet öncesi ve hilafet sonrası islam olarak kıyas edilmesinin doğru olacağına inanıyorum. Buna göre Peygamberimizin (sav) Mekke döneminde yaşadıklarını, hilafetin yıkılışından sonraki süreçte İslam dünyası için müşahede edebiliyorken, Medine dönemini ise Dar’ul İslam’ın var olduğu ve hilafetin mevcut bulunduğu asırlar için söyleyebiliriz. Günümüzde İslam Dünyası, Batılı ülkeler dışındaki Dünya’nın geri kalanı gibi modern-laik-ulus devlet birimlerinden müteşekkil seküler ve materyalist bir siyasi ve içtimai örgütlenme sistemine entegre edilmiştir. Binaenaleyh, Mekke ve Medine dahil artık Dar’ul İslam diye bir şeyin varlığından artık söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle de 21. Yüzyıla ulaştığımız bu çağda, İslam dünyasının bir ümmet olarak kollektif var oluşu hususunda, Hicretten önceki İslam’a geri döndüğü (en azından siyasi ve içtimai bağlamda) sonucuna varabiliyoruz.
Medeniyetimiz artık tarihinde ilk kez “hilafet sonrası” döneme girmiş bulunuyor. Bu halde de maalesef 1400 yıl öncesinin Mekke’si gibi, kendisi ile birlikte tüm Dünya’ya hakim olan bir cahiliye düzenine maruz kalıyor. Bu cahiliye, modern Hristiyanlık sonrası oluşan seküler ve materyalist batı medeniyetidir.
Rasulullah (sav) şöyle buyurdu ;
وَعَنْهُ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ
من خَلَعَ يَداً مِنْ طَاعَةٍ لَقِىَ اللّٰهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ حُجَّةَ لَهُ، وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ :
فٖي عُنُقِهٖ بَيْعَةٌ مَاتَ مٖيتَةً جَاهِلِيَّةً
رَوَاهُ مُسْلِمٌ.
(M4793 Müslim, İmâre, 58)
“Her kim bîr eli itaatten çıkarırsa, kıyamet günü (kendini savunacak) hiçbîr hücceti/delili olmadığı hâlde Allah’ın huzuruna çıkar. Ve her kim boynunda bir bîat olmadığı hâlde (bir halifeye biat etmeden) ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.”
Muasır ulemadan bazısı, hadiste bahsedilen cahiliyeden kastın yaşadığımız çağ olduğunu belirtmiştir. Burada “cahiliye üzere ölmek” kavramı, “hicret öncesi var olan cahiliyeye dönüşe tanık olan bir çağ” olarak da tasavvur edilebilir. Selefin şerhlerinde bu bağlamda bir şerhe rastlamadımsa da, İmam Nevevi (rhm) “cahiliye ölümü ile ölür” ifadesini, “cahiliye döneminde bir rehberi, bir lideri olmayan başıbozuk kimseler gibi ölür” şeklinde anlamıştır.
Zira El-Ezher üniversitesi, Mart 1924’de TBMM’nin aldığı “Hilafetin İlgası” kararının akabinde, bu hadisi şiar edinerek Kahire’de bir İslami Hilafet Konferansı organize etmiştir. 1926 tarihinde ancak düzenlenebilen bu konferans, Rasulullah’ın (sav) bu hadisini ve hadis etrafında toplanan tüm beyanlarını teyit etmiş, ve Müslümanlar için Hilafet kurumu ve İslam Kamu Düzeninin gerekliliğini tekrar vurgulamıştır. Ümmetin karşısındaki meydan okuma artık açık ve nettir. Bu meydan okumaya karşılık alacağımız pozisyon ve kendi orijinal tutumumuz da net olmalıdır. Buna göre Dar’ul İslam’ın kuruluşunu temin etmek, İslami Kamu Düzenini yeniden kurmak ve Mekke ile Medine’ye özgürce seyahat edebilmek başlıca hedeflerimizdir. Şayet bu ümmet, İslam Dünyasında İslam’ın Devletler üzerindeki üstünlüğünü yeniden sağlamayı başaracaksa, biz Müslümanların Hilafetin çöküş öyküsünü ve Suudi-Vahhabi Ulus Devletinin bu çöküş muvacehesinde İslam’ın kalbine sapladığı seküler hançerin farkında olmalıyız.
Bu çalışma son derece stratejik bir öneme haizdir. Zira Hilafeti kaldırtan düşmanlarımızın gözleri artık Hac mevzusuna odaklanmış durumdadır. Kâbe, yüce İbrahim Peygamber (a.s.) tarafından inşa edildiğinden beri Hac ibadeti kesintisiz olarak gerçekleşmiştir. Öyle ki Hac, Arap yarımadası putperestliği benimsediğinde bile devam ettirilen bir ibadet olmuştur. Tüm bu sebeplerden ötürü İslam düşmanlarının uzun vadeli hedeflerinden birisi de Haccın sona erdirilmesi programıdır.
Ebu Said El-Hudri’den (r.a.) rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur :
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: (ليحجن هذا البيت وليعتمرن بعد خروج يأجوج ومأجوج).
البخاري
(Buhârî, Hacc, 47)
“Bu Beyt’e (Kâbe’ye) Ye’cûc ve Me’cûc’den sonra da hac ve umre yapılacaktır.”
Bu konu üzerinde yaptığımız çalışmalar, bizi Haccın durdurulması programının düşmanlarımızın seçeneklerinden birisi olduğu gerçeğine itti. Zira Mescid-i Aksa’ya yapılan her anti-islami tehdit ve neticede mescidin yıkılması, bu programı başlatmaya yetecek bir hamledir. Zira İsrail’in böyle bir hamle yapmasına hiç şaşırmayız. Bu durum düşmanlar için sadece uygun zamanı seçme meselesidir. Zira mevcut Suud rejimi, Yahudi Devleti karşısında geri döndürülemez bir konuma çekilmiştir. Bu da son derece kurnazca yapılmıştır. Zira Mescid-i Aksa’nın yıkılmasına yönelik radikal bir hareket, bölgede kendisini tek güç ve müminlerin emiri olarak gösteren, Haccı organize ettiğini iddia eden Suud Rejimine karşı büyük bir muhalefetle neticelenecektir. Hac zamanı geldiğinde ise Müslümanlardan sudur edecek öfkeyi kontrol edemeyecekler ve iç muhalefet de Haccı, Suud rejimini tahrip etmek için bir politik malzeme olarak kullanacaktır. Tüm bu gelişmelerin Suud Rejimini, iktidarını korumak adına Haccı durdurmaya itecek senaryo olarak nakledebiliriz.
İslam coğrafyası, hilafeti yitirmesinin ardından Haccı da kaybederse, Hicret öncesi Mekke cahiliyesine gidecek büyük bir adım daha atmış olacaktır. Güvenlik konusundaki açmazlar, tıpkı hicret öncesi dönemde Müslümanların yaşadıkları gibi olacaktır. Peki bunun hakkında ne yapabiliriz? Olası bir karşı stratejide atılacak ilk adım, Hilafetin kaybedildiği dönemi çok iyi incelemek ve bu döneme eleştirel olarak yaklaşmak olmalıdır.
Her şeye gücü yeten yüce Rabbimiz c.c., İslam dinini bizlere Peygamberi olan Muhammed (a.s.) ile göndermiştir. Bu din ile ümmet, hem özel hem de kamusal yaşamda, tepeden tırnağa Allah’a c.c. teslim olmuş ve O’nun mahlukat karşısındaki üstünlüğünü kabullenmiştir. Genelde Hicaz, özelde de Harameyn bölgesi üzerinde fiili olarak kontrol sahibi olmak, ya da çağın durumuna ve vakıaya uygun olarak bu “kontrol kapasitesine” sahip olmak dışında (Yani Hicaz’ın herhangi bir güç tarafından işgal edilmiş olması ve halifenin ordusunun nakliyesinin çağın şartlarına göre zaman alması sebebiyle belli bir süre hilafetin kontrolünden çıkması durumudur. Lakin bu halde dahi halife her daim bölgeyi geri alıp kontrol edecek kapasiteye sahiptir.) Hicaz ve Harameyn’e dair günümüzdeki gibi bir vakıa oluşmamıştır. Hilafet makamı ve Harameyn üzerindeki halifenin otoritesi, ümmetimizin dini-siyasi bilincinde her zaman sarsılmaz bir şekilde kaimdir.
Hac tüm Müslümanlar için eşit bağlayıcılığı olan bir kurumdur. Hilafet’in otoritesi içinse son derece büyük bir öneme sahiptir. Zira Müslümanlar Hacca fiziksel olarak katılırlar. Bu katılım esnasında hacıların rahat ettirilmesinden tutun onların güvenliğine kadar sayabileceğimiz bir çok etken, Halife’nin ümmet üzerinde kurduğu otoritenin somut göstergesini teşkil etmektedir. Zira politik vecihte de olsa, ümmete has bir Hac organizasyonunda güvenlik ve işleyişi temin edemeyen bir lider, ümmet tarafından kifayetli bir lider olarak görülmez. Bunun doğal sonucu da halifenin Hicaz üzerinde mutlak otoritesinin olması zaruri bir haldir. Zira hilafetin merkezi Hicaz’dan Kufe’ye, Şam’a, Bağdat’a, Kahire’ye ve hatta İstanbul’a taşındığında bile zamanının halifeleri Hicaz ve Harameyn üzerindeki otoritelerini asla kaybetmemişlerdir. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşının sonunda yıkılmasına kadar da devam etmiştir.
İslam düşmanları, Hilafetin dünya çapında tüm Müslümanları bir arada tutan bir kurum olduğunun farkına vardılar ve O’na zarar verip ilga edebilmek için, hilafet kurumu ile Harameyn arasındaki bağın kopması hususunda şeytani bir strateji planı devreye soktular. Bu planla İslam, hilafetsiz bırakılarak sekülerleştirildi ve Müslümanlar da dinsiz bir Avrupai yaşam tarzına entegre edildi.
Batı İslam’ı yenmeyi ve onu kontrol etmeyi, ve dahi Batı tarafından kurulan yeni seküler uluslararası düzene dahil etmeyi başarmak istiyorsa, bunun yolunun Hicaz’ı Batı etkisine almak olduğu gerçeğini keşfetti. Böylece hilafet zayıflatılabilir ve zamanla da ortadan kaldırılabilirdi. Zira hilafetin ve temsil ettiği otoritenin var olması, hilafete ait kurumların İslamın kamusal yaşamda da var olmasını sağlayacaktı. Bu da insanlara ulus merkezli ve seküler bir ideoloji ile yaklaşan batının karşısında büyük bir tehdit olarak çıkabilirdi. Üstelik var olan bir hilafet, her daim savaş için seferber edilebilecek bir Müslüman gücün varlığını da temin etmiş oluyordu. Nitekim iktidar ve hilafet arasındaki ayrılmaz bağlar, batı dünyasının kurmayı planladığı (ve günümüzde kurulmuş olan) ulusal laik devletçiklerden oluşan Birleşmiş Milletler gibi kurumları, ve bu kurumlarla dizayn edilen modern küreselleşme planlarının önünde bir engeldi.
20. yüzyılda İngilizler artık Osmanlı hilafetinin meşruiyyeti ve ayakta kalabilmesi için Hicaz ve Harameyn’in önemini iyice anlamışlardı. Böylece İngilizler 1. Dünya Savaşındaki diplomasi ve stratejilerini, Hicazı Osmanlı’dan ayırmak üzere bina ettiler. Böylece bugünkü Ürdün Kralı Hüseyin’in dedesi olan ve İstanbul hilafetince Mekke’ye atanmış bir memur olan Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından hilafete isyan etmesi için teşvik edildi ve bu yol başarıya ulaştı. 1916’ya gelindiğinde Osmanlı hilafeti, Mekke ve Cidde başta olmak üzere Güney Hicaz’daki kontrolü yitirdi. Fahreddin Paşa komutasındaki Medine müdafaası 1919 yılına kadar devam etmiş olsa da, emrindeki birliklerin Paşa’ya karşı ayaklanması neticesinde burası da Şerif’in kontrolüne teslim edilmiştir.
Hicaz’ın kaybı ile gücünün son damlalarını da yitiren Osmanlı’da Hilafet kurumu birkaç yıl daha cılız bir varoluş gösterdikten sonra tamamen yıkıldı. Aslına bakarsanız bu İngiliz diplomasisi için muazzam bir başarı olarak tarihe geçmiştir. Hilafetin zayıflaması, İmparatorluğun İslami yapısını kökten sarsmıştır. Ve neticede de İmparatorluğun çöküşü ile neticelenmiştir.
1919’da ise General Allenby liderliğindeki İngiliz birlikler Kudüs’ü ele geçirmişlerdir. Allenby’nin Kutsal Şehre girdikten sonra “haçlı seferlerinin nihayet sona erdiğini” söylemesi dikkatlere şayandır. Arap yarımadasında İngiliz diplomasisinin İslam’a karşı oluşturduğu bu kadim ve cedid tehlikeler karşısında şüphesi olanlar için Allenby’nin bu sözlerini dikkatlice incelemelerini tavsiye ederiz.
Allenby’nin bu sözleri, Müslümanların artık Selahaddin Eyyübi’nin Haçlılar karşısındaki dirayetli duruşundan çok uzakta olduğu gerçeğini ispat etmektedir.
Kudüs’ü Osmanlı hilafetinden koparmak için Allenby’nin saflarında savaşan Müslüman kimlikliler, artık İngilizlerin İstanbul yönetimine karşı kazandığı zaferden arta kalan leşleri yiyebilmek için sıraya girdiler. İlk hedef Hicazdı! Lakin İstanbul’a ihanet edenler, 3 Mart 1924’de Hilafet kaldırılana kadar Osmanlı’nın tekrar güç kazanıp Hicaz’daki kontrolü ele geçirip geçiremeyeceğini izlemek için köşelerinde korkakça beklediler. 3 Mart 1924 tarihi gelip Hilafet kaldırıldığında ise artık böyle bir şeyin olamayacağı ayyuka çıkmıştır. Hilafetin kaldırıldığı gün, Britanya’nın Müslüman kimlikli müttefikleri Osmanlı’dan kalan leşleri kapabilmek için kavgaya tutuşmaya çoktan başlamışlardı bile.
7 Mart 1924’de Şerif Hüseyin hilafeliğin kendisine ait olduğunu iddia etmeye başladı. Zira Hicaz’ın fiili kontrolü O’nun elinde bulunuyordu. Ayrıca soy olarak Haşimi olmakla övünüyordu. Kureyşi olduğu iddiasıyla hilafet ilan eden Şerif’in hilafetini ilk olarak Ürdün kadısı tasdik etmiştir.
Şerif’i öne çıkaran diğer bir özelliği de, o dönemin süper gücü olan Britanya ile müttefik olması sebebiyle Osmanlı’ya başkaldırırken İngilizlerden aldığı diplomatik, askeri ve maddi destektir. Lakin Şerif’in kaçırdığı detay, bu hilafet ilanına İngilizlerin vereceği tepkinin ne olacağıydı? Zira Şerif, kendisine biçilen “piyon”luk rolünü aşan bir davranışta bulunarak kendi hilafetini ilan etme cüretini göstermişti… Peki İngilizler buna ne diyecekti?
Bunun için Arap yarımadasındaki Britanya diplomasisinin çok boyutluluğunu doğru kavramamız gerekir. Bu diplomasının en mühim ayağı, Harameyn’in kontrolünü halifenin elinden almaktır. Böylece halifenin İslam dünyasının geri kalanı üzerindeki otoritesini zayıflatması düşünülmüştür. Bu da doğal olarak Osmanlı’nın Dünya savaşındaki yenilgisini kolaylaştırmanın kapısını açmıştır. İkinci olarak İngilizler yarımadanın siyasetini daha rahat manipüle edebilmek için Hicaz’ı kontrol eden dost bir rejimin varlığı konusunda ısrarcıydı. Son olarak da Osmanlı’nın Hicaz’daki yenilgisi, Siyonizmin Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma arayışındayken İngilizlerle kurduğu Şeytani ittifakla da bağlantı içermektedir. Bu ikili entegrasyon 1916 Sykes-Picot ve 1917 Balfor Deklarasyonu ile açığa kavuşmuştur.
Böylece asrın süper gücü (İngilizler) ile seçilmiş kavim (israiloğulları) daha sonra (günümüzde) insanlığın geri kalanı için büyük manalar ihtiva edecek olan bir hareketin içerisine girmiş bulunuyorlardı.
Bu entegrasyon, Siyonizmin başarılı olması için İslam’ı güçsüzleştirmek ve beraberinde İslam Kamu düzenini ortadan kaldırmaktır. Zira 1855 yılında İslam Kamu Düzeni ile doğrudan bağlantılı olan Ehl-i Zimmet ve el-Cizye kurumları Avrupa’dan gelen baskıların bir sonucu olarak yürürlükten kaldırılmıştı. Lakin Hilafetin varlığı, İslam Kamu Düzeninin yıkılsa dahi yeniden kurulması için sigorta vazifesi görmüştür. Zira Avrupa-Yahudi ittifakının nihai hedefine ulaşması için en hayati gereklilik, Hilafetin yıkılması mevzusudur. Tüm bu sebeplerden ötürü de Arap yarımadasının İngilizler tarafından kontrolü, Britanya diplomasisinin en çok ilgi gösterdiği mevzudur.
Haşimi Şerif Hüseyin’in hilafet ilanının tüm bu sebeplerden ötürü İngiliz Diplomasisi ile bağdaşmadığını söyleyebiliriz. Çünkü böyle bir hilafet ilanı, İngilizlerin ileriye dönük siyasi hedeflerine yönelik potansiyel bir tehlike arz etmekteydi. Zira Şerif’in hilafeti, İslam’ın kalbi olan Hicaz’da İslam Kamu düzeninin yaşanmaya devam etmesine ve Pax İslamica (ümmetçi) dünya görüşünün yaşamını sürdürmesine sebep olacaktı. Bu da İslam dünyasını yeniden harekete geçirebilir ve İngilizlerin geniş kesimler üzerindeki etkisini zayıflatabilirdi. Yaşamaya devam eden bir Dar’ul İslam, Filistin ve Kudüs üzerindeki Yahudi kontrolünü de imkansız hale getirebilirdi.
Böylece Britanya, yarımadadaki diğer müttefiki Abdulaziz bin Suud’a, Hüseyin’e karşı hareket etmesi ve Hicaz’ın kontrolünü ondan alması için talimat verdi. İşte bu İngiliz diplomasisinin, ikili oynama ve ikiyüzlülük sanatının mükemmelliğidir. Bir müttefikle diğer müttefiği ortadan kaldırmak…
İbni Suud, Şerif’in Osmanlı’ya ihaneti karşısında tarafsız kalması, Hicaz’a Haşimi egemenliğini empoze etmesi ve Britanya’nın Hicaz’daki Osmanlı güçlerine yönelik diplomatik ve askeri çabalarına karşılık İngiliz Hazinesinden aylık 5000 sterlin bütçe aldı. Ne acıdır ki tebaasının kendisine “bu parayı neden aldığını” sorması karşısında, “ben İngilizleri kendi maslahatım için kullanıyorum, aldığım bu para ise cizye parasıdır” diye karşılık vermesidir. Böylece rüşvetin adı cizye olarak değiştirilmiş ve kara para aklanmıştır.
Malumunuz odur ki, İbni Suud ile İngilizler arasında süregelen diplomasi, Şerif Hüseyin gibilerin elinden Hicaz’ın alınması gibi ufak hamlelerden ziyade, çok daha büyük stratejik öneme sahip amaçlara yönelikti. İbni Suud ve avanesi, Britanya tarafından sonuna kadar istismar edilmeye açık son derece büyük bir potansiyele sahipti.
İngilizler, Şerif’in hilafet ilanından 4 gün sonra İbni Suud’a güçlerini Hüseyin’e karşı sevk etmesi için yeşil ışığı yaktı. Zira İbni Suud, Hem Kudüs üzerindeki Yahudi kontrolü, hem de Hicaz’daki Vahhabi kontrolünün tehlikeye düşme ihtimali karşısında hareketlerini hızlandırdı. İbni Suud Hicaz’ı artık tamamen ele geçirmişti. Böylece Britanya diplomasisine göre İslam dünyasının bir halifesi olması ihtimali ortadan kaldırılmış oldu.
İngilizler İbni Suud’u destekleyerek, Hicaz’ın kontrolünün Suudilere verilmesini sağladı. Hicaz, Suudiler tarafından yönetildiği sürece tüm İslam Dünyasına müteşamil olabilecek bir hilafetin asla tekrar canlandırılamayacağını çok iyi biliyorlardı.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Hilafetin kaldırılışı ile birlikte hedeflenen ise, İslam Kamu düzeninin ortadan kaldırılması olmuştur. İngilizler, bir Vahhabi halifesinin, Dünya Müslümanlarının ezici çoğunluğu tarafından hiçbir zaman kabul görmeyeceğini, Suudilerin de hiçbir zaman hilafet gibi bir davalarının olamayacağını çok iyi biliyorlardı. Böylece Müslümanlar, İsrail’in kurulmasını engellemek adına hiçbir zaman seferber olamayacaklardı. İşte İslami sosyal yaşantı ve kamu düzenini yıkmak isteyen İngilizler, bu sebeplerden ötürü Şerif’in üzerinden desteklerini çekip İbni Suud’u öne sürdüler.
1924’e ulaştığımızda Hicaz’ın Suud’ların kumandasında olduğunu görüyoruz. Lakin tabii ki bu yönetim hali, beraberinde bir çok problemli getirmekte gecikmemişti. Nitekim İbni Suud artık Harameyn bölgesinin hakimiydi ve kendisi Hicaz Sultanı olarak anılıyordu. Lakin Harameyn’in belli bir mezhebin temsilcisi olan bir hükümet tarafından yönetilmesi, dünya Müslümanlarını endişelendirmekteydi. Zira 18yy sonlarında Vahhabilerin Hicaz’da başlattıkları isyanlarda halka ve kendileri gibi düşünmeyen diğer şahıslara uyguladıkları işkenceler ve katliamlar herkesin hatırındaydı. İşte bu sebeplerden ötürü İbni Suud, Hicaz’ın kendisinde bir emanet olduğunu, Harameyn’in tüm İslam dünyasına ait olduğunu izah eden bir bildiri yayınladı. Daha sonra, Şura (danışma) ve İcma (fikir birliği) temelinde Hicaz üzerinde adil, verimli ve temsili bir yönetim kurulabilmesi için tüm İslam dünyasını, temsilcilerini Mekke’ye göndermeye davet etti.
Bu önemli açıklama İslami Kamu Düzeni hükümleriyle tamamen tutarlıydı. Hicaz, hala Peygamber’in kurduğu Darülislam’dı. Henüz Suudi Devletinin Hicaz üzerinde “ bölgesel egemenlik ” iddiasında bulunacağına dair hiçbir ipucu yoktu. Dar al-İslam topraklarındaki Müslümanların hakları alenen tanınıyor ve saygı görüyordu.
Lakin bu girişimin Osmanlı Hilafetinin kaldırılmasından kısa bir süre sonra Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi tarafından üstlenilen önemli bir girişimin ardından Suudi-Vehhabileri korumak için tasarlandığı ortaya çıkmıştır. Zira El Ezher, Kahire’de, İslam dünyasına yeni bir Halife atama girişiminde bulunacak bir Uluslararası İslami Hilafet Kongresi (Mu’tamar al-Hilafah) toplamayı önermişti. Lakin Ezher’in bu girişimi, Suudileri rahatsız ettiği gibi, bölgedeki planlarını sürdürmekte olan İngiliz ve Siyonistleri de rahatsız etmekteydi. Zira Suudilerin bu hamlelerinin, El-Ezher’in girişimine bir karşıtlık oluşturmak için tasarlandığını anlamak güç değildir. Şayet Suudiler gerçekten İslam davasında samimi olsalardı, onları El-Ezher’in girişimini memnuniyetle karşılarken görürdük. Zira Vahhabiler Raşit Hilafet’ten sonra gelen halifetleri “sûri” ya da geçersiz olarak kabul etmekteydiler. Böyle bir kongrede bulunup bu fikirlerini Dünya’daki diğer Müslümanlarla paylaşıp yeniden bir Raşit Hilafet kurmayı denemek yerine, Ezher’in Hilafet kongresi girişimlerini baltalamak için ellerinden geleni yaptılar.
Peki Suudilerin İslam’a bu kadar sıkı bağlarla bağlı olduğunu söyleyebilir miyiz? Onların tutumları her daim seçici dindarlık, çıkarcılık, oportünizm ve dar görüşlülük etrafında yuvalanmıştır.
Suudiler de aslen İslam Dünyasının bir Vahhabi hilafetini istemeyeceğini biliyorlardı. Lakin çıkarcılık gereği, Hilafetin yıkılmasına razı oldular ve yeniden kurulması için bir umut olabilecek girişimleri de engellemekten çekinmediler. Kahire Hilafet Kongresini sabote edebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Buna göre 1926 yılında Hac dönemine müteakip Mekke’de bir rakip kongre düzenleme kararı alındı. Bu, Mekke Kongresinin Kahire Kongresi’nden sonraki bir ay içinde gerçekleşeceği ve delegelerin her iki konferansa da katılmasını zorlaştıracağı anlamına geliyordu. Mekke Konferansı Hac ile aynı zamana denk geldiğinden ve İngilizlerin aktif desteğini aldığından Kahire Konferansı’na göre açık bir avantaja sahipti. İkincisi, Halifelik sorununu özellikle Mekke Kongresi gündeminden dışladılar. Kahire Konferansı’nı sabote etmek ve Halifeliği sonsuza kadar toprağa gömmek için yapılan bu girişim, Şeriatın ve İslam’ın sözde savunucuları olarak Vahhabilerin içi boş kimlik bilgilerini ortaya çıkarmak için yeterli delilden fazlasıydı.
Mayıs/Haziran 1926 Kahire Hilafet Konferansı ve Temmuz 1926’daki Mekke Dünya Müslüman kongresine yönelik Dünya Müslümanlarının tepkileri, bu makalemize sığdıramayacağımız kadar geniş bir konudur.
Burada bilinmesi en elzem olan husus, Suudların İslami sosyal hayat ve kamu düzenine bağlı kalmak istememeleridir. Zira onlar Batı dünyasının da geçiş yaptığı ve Osmanlı Devleti sosyal nizamına muhalif olan ulus-devlet’ten devşirilmiş bir ulus-mezhep yapı sistemine geçmek istiyorlardı. Bu onların gerçek niyetleriydi. Lakin bu gerçek tasarım ustaca kamufle edilmiş ve İslam dünyasını kandırabilmek için derin ve özenli bir girişimde bulunulmuştur. Bu kandırmaca oyunundaki başarılılarının bir bölümünü de, Mekke kongresinin temsili karakterinde görebiliyoruz.
Mekke Kongresinin, Kahire Kongresiyle girdiği rekabet ve kazandığı zafer, İslam’ın kalbinin attığı yer olan Hicaz-Şam bölgesi dahil tüm İslam Dünyasının bugünkü içinde bulunduğu halin hazin bir misalini teşkil eder. Bu girişimlerin neticesi ile, Osmanlı Devletini tarih sahnesinden kaldıran Reformcu subaylar ve İttihatçı aydınlar, kurdukları sistem ile İslam Dünyasının kalanına bir örnek model olmuşlardır. Nitekim Reformcu Türk subayların bu süreçte oynadıkları kilit rol, 1924’ten beri İslam Dünyasının damarlarına enjekte edilen “yabancı” siyasi örgütlenme sistemlerinin ve modernizmin karışık ve yüzeysel anatomilerini görmemize neden olmaktadır.
Mekke ya da Kahire Kongrelerin samimi çabası, yeniden bir İslami Kamu Düzeni oluşturabilmek hedefi üzerine gerçekleştirilmiş olsa da, 21. Yüzyılın dünyasında bu hedefin samimi bir girişimden öte gidemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Zira İslam ülkelerini seküler birer kurum olarak ayakta tutan Ulus-Devlet yapılanmalarının temel aygıtlarını ve fikri anatomisini İslam Dünyasının hücrelerinden söküp atmadığımız sürece Müslümanca bir kamu düzenini yeniden inşaa etmemiz imkansızdır.
Burada Hint Diyarının alimleri başta olmak üzere Dünya’nın muhtelif yerlerinden ulemamız nice alternatif çabalar üretmek istemişlerse de, bunlar da âtıl olarak kalmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Burada ulemanın bağımsız akıl yürütme çabaları, bir çok farklı “İslam Devleti” kurgusunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslam Devleti kurma temelinde yoğunlaşan fikir karmaşalarının bir diğer neticesi de, İslam kamu düzeni ve siyasal örgütlenmeler konusunda sonu gelmez çeşitlilikler ve belirsizliklerin peydahlanmasıdır. Zira büyük ölçüde hatalı bir fikir altyapısı ile örgütlendirilmiş olan İslam dünyasındaki siyasal düşünce tiplerinin beraberinde yarattığı muazzam kafa karışıklığı, maalesef günümüzde de devam etmektedir.
Kaan ÇEBEN
28/12/2020